Bizim büyük çaresizliğimiz Barış bıçakcının bir romanı. Bu aralar kitabı e reeder veya telefondan okumak daha bir cazip geliyor bana. Gece uyurken uzanırken sağ sola dönmeden rahatça elimde okuyup üzerine not almak tembellikten olsa gerek iyi geliyor :)
"Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir. "
Bu aralar beni bayağı sardı bu kitap. Bu kitapda üzerine aldığım notları paylaşmak istedim..
"Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"
"Ah Çetin, ne kadar zordu değil mi bu konuşmayı dinlemek! Nasıl söyleyecektik ona! Ben hâlâ bilmiyorum Çetin, bir ölüm haberi nasıl verilir? Neyi gözetmeli insan? Haberi alacak kişinin daha az sarsılmasını mı? Böyle bir şey mümkün mü? Olabildiğince geç öğrenmesini mi? Geçen sürede ölenler dirilemeyeceğine göre! Ölümü korkunç bir şey olmaktan çıkarmaya, anlaşılır, kabul edilebilir bir şey olarak göstermeye mi çalışmalı?"
"Neden bir rüya görürüz? Her şey olup bittikten sonra neden bir de rüya görürüz? Karmaşanın, keşmekeşin, hayatın yorucu zenginliğinin içinde eksik kalan nedir ki, uykunun kuytusunda ille de tamamlanması gerekir? Rüyamızda, birbiriyle ilgisiz gibi görünen ayrıntıları bilincimiz önden gürültülü bir lokomotif gibi çekip bir yere, örneğin bir anlama mı götürür? Yoksa o ayrıntılar bilincimizin balonuna batan iğneler midir?"
"İstanbul'da sizde kaldığımda yere serdiğin yatakta rahat uyuyup uyumadığımı, balıklama atladıktan sonra atlarken bacaklarımı kırıp kırmadığını, sevgilini beğenip beğenmediğimi onlarca kez sorarsın. Yanıtlarımla da yetinmez, "Gerçekten mi?" dersin, "Ciddi misin?" ya da "Yemin et!" Bir kez daha onaylatmak istersin. Sana bütün soruların için tek bir yanıt vermeye kalkışmak, "Söyledim ya!" diye kestirip atmak ne kaba ve aptalca bir davranış olurdu! Tekrarın ve hayatın güzelliğini reddetmek olurdu. Hayat tekrardan ibarettir çünkü. Hayatın gücü tekrarın gücüdür. Günlerin, ayların, mevsimlerin gücü… Tabii bir de şiirin… Şiirlerin tekrar eden dizelerinin gücü... Dinlere ne demeli? Hindu'nun mantrasını tekrar etmesi, Müslüman'ın tespih çekmesi ve senin "Yemek güzel olmuş mu?" diye sorman..."
"Evet, diyor Ender, bazen edebiyat hayattan daha açıklayıcıdır."
"Bırakalım dağınık kalsın.""
"Basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca, anlıyorum ki âşık olmuşum. "
"Bryan Ferry "Your Painted Smile"ı söylüyordu. Burnum sızladı. Kalkıp yatağa uzandım. Hatırlamanın zihnimin önünde açtığı büyük boşluğu hissettim. Ne yöne gidecektim? Geçmiş ve gelecek birbirleriyle öncelik sonralık ilişkisi içinde miydi? Biri geride diğeri ileride miydi? Bütün o anlattıklarımı biz mi yaşamıştık, yüzümüz ileriye dönük?"
"İçimizin dışımızla bir olması durumunda insanlığın kendini pek de iyi hissetmeyeceğini," söylediğini anlatmıştı. "
"Freud tanısaydı severdi beni." Sense bana boş boş bakmış, mutfak tezgâhının yanlış eğimi yüzünden ocak tarafında, su ısıtıcısının arkasında biriken suyu, süngerle almaya devam etmişti"
"Çünkü aşk eşitler arasında yaşanır, Vehmi Bey bir istisnadır! Eşit değilseler bir taraf diğerinin esiri olur, diğeri de ona eserim diye bakar."
"Görünmez adamım, beni bu dünyada bir tek Sevgi görüyor, hem de nasıl görüyor!"
"Uzağımızdaki her şey biraz olağanüstüdür, olduğundan biraz daha fazladır. "
"Hayatı mümkün olan en geniş haliyle yaşamak gerekir, demiştim."
"Bir arkadaşım anlatmıştı: Üç buçuk yaşındaki oğlunun genzinde bir sorun olduğu ortaya çıkmış. Geniz eti galiba. Çocukcağız bu yüzden burnundan nefes almıyor, daha kolay geldiği için ağzından alıyormuş. Doktor sorunun çok önemli olmadığını, ancak çocuğun ağız ve burun yapısında kalıcı bir bozulma olmaması için burnundan nefes almaya alışması gerektiğini söylemiş. Arkadaşım çocuğuna konuyu bir soruyla açmayı uygun bulmuş: "Oğlum neden ağzından nefes alıyorsun?" Çocuk da kendinden emin, babasını küçümser bir tavırla, "Baba," demiş, "başka türlü nefes alınmaz ki!"
Görüyorsun değil mi Çetin, üç buçuk yaşındaki çocuk bile kendi deneyiminden bir yasa çıkarıyor! Başka türlü nefes alınmaz. Başka türlü yaşanmaz. Başka türlü aşk olmaz. Yaptıklarımızı olumlayan yasalar buluyoruz; sanırım aklımız böyle işliyor: Buyurgan iç huzurumuzun boynu bükük kölesi olarak. (Çetin, burayı anlamadıysan lütfen üşenme, bir kere daha oku!)
"
": "Yalnız aklıyla hareket eden bir insan gerçek bir insan değildir. Böyle bir insan hiç yaşamasın daha iyi! İnsan duygularıyla insandır. Duygular en güzel şiirle ifade edilir. Şiir içimizdeki hisleri başka insanlara ifade etmemizi sağlar. Örneğin insanları doğayı seviyorsak bunları bir şiirle ifade edebiliriz. Şiir yazan kişiler çevresindeki insanlar tarafından sevilir ve sayılırlar. Bu kişiler hislerini ifade etmenin huzuru içinde olurlar. Biz de içimizdeki hisleri şiirlerle ifade etmeli ve herkes tarafından sevilmeli sayılmalıyız." "
"Çetin, kadınlar kendileri için şiir yazılmasını neden ister? Kendilerini feda etmeyi, yok olmayı, hiç olmayı arzuladıkları ve onlara adanmış bir şiirle bu arzu arasında, biz erkeklerin göremeyeceği şık bir bağ gördükleri için mi? Öyle mi?"
Sonra bir şiir vardı kitabın arasında..
"Uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini.
Mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu, gelmesi mümkün olmayanı.
Ve bir adım öne çıkıyordu mayıs.
Derindekini çağırıyordu, fırtınayı, tekneyi, yokluğu fark edilmeyeni.
İyiliği çağırıyordu cücelerdeki, kamburlardaki,
kendi içine kıvrılanı çağırıyordu
gökadaların, çiçeklerin her şeyi içine alan sarmalını.
Parmağının ucuyla aşka dokunuyordu
bir yıldızın ucuna dokunur gibi yanıp sönen.
Yürüyordu sonra, birbirine açılan sokakların,
meydanların, pazaryerlerinin ezberini bozuyordu:
Darmadağınık bir şarkıydı, çağrısı.
Yürüyordu koşuyordu kreşendo toz duman
ne kadar eşlik etse de keman, dile gelmiyordu"
" Cevdet Anday'ın "Oysa geçen hiçbir şey yok, tümümüz / Göğün ortasında. Bir anıt gibi.""
"Sonra bir şey olur bir şey biter, vazgeçersin, kendini şehrin dinlendirici, teselli edici, şefkatli kollarına bırakırsın: Eski evler, ağaçlı sokaklar, yüksek tavanlı kahvehaneler, çay bahçeleri, parklar, eski berber dükkânları, eski bakkal dükkânları ve mavi doğramalı camekânlarında insanın alıp koynuna sokmak istediği ekmekleri sergileyen fırınlar..."
"Birlikte geçirdiğimiz o güzel günlere ne olmuştu? Benim aklım hep o günlerdeydi. Ne olmuştu o günlere? Yaşanan şeyler ne olur Çetin, nerede durur? Hatırlamaya ve belleğe ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. Tozlu tavan arasına girmek, eski bir sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek filan diyorum, beni kesmiyor. Geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? Başka bir eylem yok mu, olamaz mı?"
"Reşit, ömür denen şeyin tedricen yaşanmadığını söylerdi. Gerçekten öyle, her şey birdenbire oluyor. Küçük bir çocukken birdenbire, ilaçlarını plastik bir margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun. Kendin için, çocukların için, ülken için güzel şeyler ümit ederken, seni biçimlendiren şeyin güzel bir gelecek hayali olduğunu düşünürken, birdenbire kaderinin, güne ayak uyduramamak, gençliğini, geçmişini özlemek ve hızla dönen dünya tarafından hep kenara savrulmak olduğunu görüyorsun.""
"insanlar birbirlerinden ve tarihten bir şey öğrenmiyor, basit güdülerle hareket ediyordu. Bu yüzden siyasetin yapacağı, başaracağı bir şey yoktu. Siyasetin temeli olduğu söylenen "toplumsal tecrübe" diye bir şey yoktu. Yalnızca insanoğlunun daha az çaba yani daha az enerji harcamak, tasarruf etmek yönünde değişmez bir eğilimi vardı. Nesilden nesile bir tek bu eğilim aktarılıyordu. Toplumlar için de böyleydi bu. Osmanlı'dan başlayarak Batı'ya öykünmemiz bile bu yüzdendi. Batı'daki imparatorlukların astarı yüzünden pahalıya gelmeyen düzenli ordularına öykünmüştü Osmanlı. Daha az bedel ödeyerek daha kalıcı, daha işe yarar bir orduyu nasıl kurabilirim sorusunun yanıtı Batı'da olduğu için oraya yönelmişti. Batılılaşma diye büyüttüğümüz, yücelttiğimiz şeyin kökeninde bu vardı. Oysa Batı dünyası, "tasarruf etmek" eğilimiyle birlikte "yaşamak" fikrinin de üzerine kurulmuştu. Yaşamamayı bir halt sanan biz mistik Doğulular Batı'nın asıl bu özelliğine öykünsek daha manidar olurdu. Bizi biz yapan bu "yaşamamak" fikri nedeniyle hiçbir şeyin peşinden gitmiyorduk, kahır çekiyorduk, ekşiyorduk, Eşrefleşiyorduk. (Babamın bizimle değil kendi kendine yaptığı o uzun, bölük pörçük konuşmanın bu kısmı senin de ilgini çekmişti.) Eşref Bey aslında bütün hayatını yaşamamak üzerine kurmuş tipik bir Doğuluydu. Reşit Bey bu tuhaf kahramanıyla bir Doğulu karikatürü çizmek istemişti. Belki biraz fazla karikatürize etmişti, ama özünde meselesi Doğu-Batı'ydı. Eşref Bey kavramlarla düşünmek yerine, ayıp, suç, günah gibi dini ahlaki bir terminolojinin esareti altında düşünüyordu"
"Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir. "
"Çetin, neyi anlamıyorum, biliyor musun? Bu kız o günlerde ağlayıp sızlarken, bir yandan da ders çalışıyor, sınavlara giriyordu. Okulu hiç aksatmadı, mezun oldu. Nasıl yapabildi bunu? Yeni neslin hisleri derine nüfuz etmiyor, derilerinde kaşıntılı kızarıklıklar olarak kalıyor mu diyeceğiz? Yoksa, kuruntularımız bize yine oyun mu oynadı? Nihal'in durumu o kadar da kötü değil miydi? Vallahi Çetin, seninle iki uzaylı gibiyiz, dünyalılardan hiçbir şey anlamıyoruz. Karşımıza çıkıyorlar, biz atmosferlerindeki oksijen bolluğu yüzünden yemyeşil kesilmişken, her şey yolundaymış gibi bir de "Selam Dünyalı! Biz dostuz!" dememizi bekliyorlar. "
Özet olarak güzel kitap :) okuyun gençler !
Kendinize iyi bakın cut !
0 yorum var:
Yorum Gönder
Yazıya yorumunu yap ;